6 Mart 2009 Cuma

Hz. İbrahim'in (r.a.) Vefatı

(Hicret'in 10. senesi Rebiülevvel ayının 10. günü Salı)

Peygamber Efendimizin mübarek kalbi, bütün insanlara karşı bir şefkat ve merhamet kaynağını andırıyordu. Mini mini yavrulara, şipşirin çocuklara karşı ise bambaşka bir muhabbet, apayrı bir şefkat besliyordu. Hele kendi çocuklarına karşı âdeta bir şefkat ve sevgi deryasıydı.

Hz. Hatice'den dünyaya gelen üç oğlu Kasım, Abdullah ve Tâhir'i, henüz Mekke'de iken ve bebek yaşta ebedî âleme uğurlamıştı. Onların ebedî âleme göçüyle mübarek kalbleri oldukça teessür duymuştu. Fakat, Hz. Mâriye'den sevgili oğlu İbrahim'in dünyaya gelişi onu bir derece tesellî ediyordu. Bu sebeple, bu biricik oğlunu fazlasıyla seviyordu. Mübarek elleriyle başını okşuyor, kucağına alıp göğsüne basarak bu sevgi ve şefkatini izhar ediyordu.

Evet, şefkat, "rahmet-i İlâhiyye'nin en lâtif, en güzel, en hoş, en şirin cilverindendir." Şefkatin en şirini de evlâda karşı duyulanıdır. Çocuk ise, Cenâb-ı Hakk'ın, anne babaya muvakkaten teslim edilmiş bir emanetidir.

İşte, Resûl-i Kibriya Efendimiz, her emanet gibi, bu emanete karşı da gereken alâkayı esirgemiyordu. Çocuğunu, Cenâb-ı Hakk'ın rahmetinin bir cilvesi olarak görüyor ve onun için seviyor, bağrına basıyordu.

Hz. İbrahim, 16 ayına henüz ayak basmıştı.

Bu sırada Peygamber Efendimiz, onun hastalandığı haberini aldı. Sevgili oğlunun annesi Hz. Mâriye ile birlikte oturdukları bağ içindeki evine gitti.

Peygamber Efendimiz, hasta yatan nur topu oğlunun gözlerinde eski parlaklığı ve hareketli bakışları göremiyordu. Gürbüz ve hareketli İbrahim, bir anda sessiz, sakin ve dünyadan küsmüş gibi duruyordu. Bu haliyle ebedî âleme yolcu olduğunu âdeta ifade etmek istiyordu.

Bunu fark eden Efendimiz, kucağında tuttuğu sevgili oğlunun yavaş yavaş kayan gözlerine bakarak,
"Allah'ın takdirine karşı elden ne gelir, ey İbrahim?.."
diye buyurdu.

Az sonra İbrahim, fâni dünyaya gözlerini yumdu.

Bu esnada Efendimizin mübarek gözlerinden yaşlar boşandı.

Hz. Abdurrahmân b. Avf,
"Yâ Resûlallah!.. Siz de mi ağlıyorsunuz? Böyle ağlamaktan halkı menetmemiş miydiniz?"
deyince, Efendimiz şöyle buyurdular:
"Ey İbn-i Avf!.. Ben size günah ve ahmaklığın ifadesi olan iki ağlayış ve bağırışı yasakladım: Nîmete kavuşulduğu sıradaki eğlence, oyun bağırışından ve musibet ve felâket sırasındaki bağırışiyla yüz göz tırmalamak, üst baş yırtmaktan... Benim bu ağlamam ise, şefkatin eseridir, acımadan ibarettir. Merhamet etmeyene, merhamet edilmez!"
"Göz Ağlar, Kalb Üzülür. "

Peygamber Efendimiz, yukarıdaki dersinden sonra da gözyaşlarına hâkim olamadı. Gözleri yaşla dolunca,
"Göz yaş döker, kalb teessür duyar. Biz, Yüce Rabbimizin razı olacağı sözden başkasını söylemeyiz."
buyurdu ve ilâve etti:
"Vallahi, ey İbrahim!.. Senin ayrılığın, bizi fazlasıyla mahzun etti."
Bir erkek evlâda doyamamanin hasretli gözyaşlarını akıtan Efendimiz, daha sonra karşısındaki dağa bakarak,
"Ey dağ!.. Eğer bendeki üzüntü sende olsaydı, muhakkak, yıkılmış, gitmiştin! Fakat, biz, Allah'ın bize emrettiğini söyleriz: 'İnnâ lillah ve innâ ileyhi raciûn.' "
Kaynak : Kainatın Efendisi, Peygamberimizin Hayatı - 2, Salih Suruç, Nesil Yayınları, 111. Baskı, Mart 2007

Sifû'lBahr Seferi

(Hicret 'in 8. senesi, Receb ayı)

Resûli Ekrem Efendimiz, Ebû Ubeyde b. Cerrah'ı Muhacir ve Ensâr'dan müteşekkil 300 kişilik bir birliğin başına kumandan tâyin ederek Cüheynelerden bir kabilenin üzerine gönderdi. Maksat, bu İslâm düşmanı kabileyi te'dip edip gereken dersi vermekti. Mücâhidler arasında Hz. Ömer de bulunuyordu.

Yolda son derece açlık sıkıntısı çeken, hattâ ağaç yapraklarını bile ısıtıp yemeye kalkan mücâhidler, nihayet Sifû'lBahr'e [Deniz Sahili] vardılar. Açlıkla kıvranıp durdukları bu sırada, Rezzakı Zülcelâl, denizden, dalgalarla, kocaman bir balığı çıkarıp onlara ikram etti. Orada kaldıkları müddetçe bu balıktan yediler. Hiç kimseyle karşılaşmayan mücâhidler, Medine'ye döndüler. Mücâhidler, Peygamber Efendimize, deniz sahilinde yedikleri balıktan bahsedip, bundan dolayı herhangi bir şey yapmaları gerekip gerekmediğini sordular. Peygamber Efendimiz,
"O, Allah'ın sizin için denizden çıkardığı bir rızıktır."
buyurdu ve ilâve etti:
"Yanınızda, o balığın etinden bir şey varsa, bize de yedirseniz!.."

Mücâhidlerden bir kısmı, yolda azık olsun diye beraberinde o balıktan getirmişti. Peygamber Efendimize de bir parça verdiler. Efendimiz ondan yedi.

Kaynak : Kainatın Efendisi, Peygamberimizin Hayatı - 2, Salih Suruç, Nesil Yayınları, 111. Baskı, Mart 2007

5 Mart 2009 Perşembe

Hz. Fatıma'nın Hizmetçi İstemesi

Hâdiseyi bize Hz. Ali (ra) anlatıyor ve diyor ki:
"Evimizde hizmetçimiz yoktu. Bütün işlerini bizzat Fâtıma kendisi yapıyordu. Zaten, bütünü bir tek odadan ibaret olan bir hücrecikte kalıyorduk. O hücrecikte, Fâtıma ocağı yakar ve yemek pişirmeye çalışırdı. Çok kere, ateşi alevlendirmek için eğilip üflerken, ateşten çıkan kılvılcımlar benek benek elbisesini yakardı. Onun için elbisesi delikdeşik olmuştu. Yaptığı sadece bu değildi. Ekmek yapmak, evin ihtiyacı olan suyu taşımak da onun yüklendiği işlerdendi. Ayrıca değirmen taşını çevire çevire eli; su taşıya taşıya da sırtı nasır bağlamıştı.
Bu arada bir harp dönüşü Medine'ye esirler getirilmişti. Allah Resûlü bu esirleri, müracaat eden Medine halkına dağıtıyordu. Fâtıma'ya, babasına gidip ev işlerinde kendisine yardımcı olabilecek bir hâdim (hizmetçi) istemesini söyledim. O da gitti ve istedi..."

Şimdi, hâdisenin gerisini Hz. Fâtıma Validemiz'den dinleyelim:
"Babama gittim; fakat evde yoktu. Hz. Aişe: "Geldiğinde ben haber veririm." dedi, ben de geri döndüm.
Yatağa uzanmıştık ki, az sonra Allah Resûlü birdenbire çıkageldi. Ben ve Ali yataktan doğrulmak istedikse de O, buna mâni oldu.. ve aramıza oturdu. Öyle ki sadrıma temas eden ayağındaki serinliği göğsümde hissediyordum. Arzumuzu sordu. Ben de durumu aynen naklettim. Allah Resûlü birden uhrevîleşti ve şöyle dedi:
"Ya Fâtıma, Allah'tan kork ve Allah'a karşı vazifende kusur etme! Allah'ın omuzuna yüklediği farzları hakkıyla yerine getir. Kocana da daima sadık ve itaatkâr ol! Onun hakkını da gözet! (Yani, senin iki vazifen var: Allah'a karşı kulluk etmek ve sonra da kocana itaatte bulunmak.)
Sana ayrı bir şey daha söyleyeyim. Yatağına girmek istediğin zaman, otuz üç defa "Sübhanallah", otuz üç defa "Elhamdülillah", otuz üç defa da "Allahüekber" de.[1] İşte bu senin için hizmetçiden daha hayırlıdır."
[1] Buhârî, Fezâilü'l-Ashâb, 9; Müslim, Zikr, 80, 81; Ebû Dâvud, Edeb, 100
Kaynak : Sonsuz Nur, İnsanlığın İftihar Tablosu, Cilt 2, M. Fethullah Gülen, Nil Yayınları, Mart 2005

11 Ekim 2008 Cumartesi

Müslümanların işlerini görmek amacıyla koşuşturmak

İbn Abbas, Mescid-i Nebevi'de itikaf yapıyordu. Biri geldi, O'na selam verdi ve oturdu. İbn Abbas, adama şöyle dedi:
"Ey filân! Seni çok üzgün ve sıkıntılı görüyorum."
Adam:
"Evet, doğrudur. Filân adamın benim üzerinde velâ hakkı vardı; beni, belirli bir bedel karşılığında kölelikten hürriyete kavuşturmuştu. Benim ise, şu kabirde yatan zatın hürmetine yemin ederim kji, O'nun benden alacağını ödeme gücüm yok." dedi.
İbn Abbas:
"Senin için onunla konuşayım mı?" diye sordu.
Adam da
"Sen bilirsin, istersen konuş." dedi.
İbn Abbas, terliklerini ayağına geçirdi ve mescitten çıktı. Adam dedi ki:
"İtikafta olduğunu unuttun mu yoksa?"
İbn Abbas:
"Hayır, unutmadım. Ancak, bu kabrin sahibi Efendimizin: 'Kim bir Müslüman kardeşinin işi için koşturur ve ihtiyacını görürse, ona on yıl itikaf etmekten daha büyük mükafat vardır. Kim Allah rızası için bir gün itikafta kalırsa, Allah, onunla cehennem arasına, güneşin doğduğu yer ile battığı yer arasındaki mesafeden daha geniş olan üç hendek koyar.' dediğini duymuştum." (1)


1 : Münzirî, et-Tergib, 2/96 (1650)
Kaynak : Hayatu's Sahabe - Muhtasar-, M. Yusuf Kandehlevi, Işık Yayınları 2006, 2. Cilt sayfa 133

Toprağın Babası

Resûlü Kibriya Hazretleri, kızı ve damadını zaman zaman ziyaret eder, onların hal ve hatırlarını sorardı. Hz. Ali'nin evde olmadığı bir sırada yine hanelerine teşrif buyurmuştu. Gözleri Ali'yi bulamayınca, evde olmayışının sebebini sorup, durumu kızı Fâtıma'dan öğrenmişti. Aile hayatı ya, Fâtıma ile aralarında bir anlaşmazlık zuhûr etmiş ve Ali de, çözümü zamana yaymak için evden ayrılmıştı. Dizinin dibinde yetiştirdiği damadının üzülmesine Allah Rasûlü de razı değildi. Aradaki zaman uzamadan problem çözülmeli ve küçük şeylerin, saâdetin üfül üfül tüllendiği büyük yuvaları zedelemesine müsaade edilmemeliydi.

Kalktı ve arkasından O'nu aramaya çıktı. Geceleri de gündüzleri kadar aydın olan bir iman kahramanı nereye gidebilirdi? Tahmin ettiği gibi Hz. Ali mesciddeydi; yere uzanmış ve uyandırmak için mübarek ayaklarının ucu ile dokundu ilk önce... Ve ardından yüzüne şefkatle bakıp iltifat dolu bir ses tonuyla;


-'Kalk, yâ Ebâ Tûrâb!' diye seslendi.

Bu bir lâtifeydi ve 'toprağın babası' anlamına geliyordu. Zira başını yastık diye koyduğu toprak, yüzünde izler bırakmış ve tane tane yuvarlanıp üzerinden dökülüyordu. O'nun bu iltifatından o kadar hoşlanmıştı ki, kendisine 'toprağın babası' anlamında Ebu't-Türâb denilmesinden ayrı bir haz duyar olmuştu.